İnsanın kendine yabancılığı, belki de kendine olan alışkanlığı ile başlar. Alışkanlıkların ise yer değiştirme gibi bir alışkanlığı yoktur. İşte bu kısır döngüyle ortaya çıkan hâkim güç, duygular arasında etkileşim ve iletişimi engeller.
Durumu olduğu gibi kabullenmek, sonuç için söylenen sözlerdedir. Yoksa hiçbir girişimde bulunmadan ileri sürülen vaziyet benimsenmesi, durumu kabul değil, konumu kabul etmek ve durağanlığı benimsemektir.
Dolayısıyla bu pozisyonda insanın donanımsal iç dünyasında bir tanışma ve alış veriş gerçekleşemez. Hisler bir birinin kapısını çalacak gerekçe ve ihtiyaç duyulan gereksinimleri edinim için aksiyon alma dürtüsü hissedemez.
Böylelikle fikir ve duyu yitirimini netice veren sistemsel koordinasyon hatlarının kopuşu, varoluş gerçeğine ait amaç ve eylemsellik akışını akamete uğratır.
Bu bağlamda insanın kendini hor kullanması, öz varlık tüketimdeki el açıklığı; yaşamını bedelsiz elde ettiği zannından ibarettir. Söz konusu sanı ve faraziyat türevleri belirgin bir şekilde kendini göstermez. Ancak bedel gerektiren her değer oluşumu esnasında, ataletten aldığı konforu bozmamak önerimini, sezi formunda kullanarak, akla görevsizliği telkin eder ve iradenin şevkini kırar.
Fakat olay ve sorumluluklara karşı alınan tavır ve tutumlardan biriken sonuçsal yaptırımlarla –davranış ve duruşun türüne göre – kayıplar başladığında her yiten unsurun değeri de ortaya çıkar. Ve genelde tüm travmatik hasarlar iş işten geçtikten sonra oluşur.
İnsan doğasında gerçekleşen tüm olumlu olumsuz karşı karşıya gelişler, verimli çatışmaların fitilini ateşlemek içindir. Ve insanın galibiyet yetisi ve sahip olduğu diğer kabiliyetler, yenilgiye sebep olan nedensel etkinliklerin çok üzerindedir.
Başa gelmesi muhtemel tüm sorunlar, alınan gerçekçi önlemler ile önlenebilir. Uygulanan tedbirlere rağmen ortaya çıkan ve hesapları alt üst eden zarar verici gelişimler ise; insanın sahip olduğu güç farkındalığı ile mücadele edilebilen türdendir.
Çünkü problemlerin doğasında çözümde bulunur. Ve hiçbir sıkıntı mutlak zorluk içermediği gibi, kendisi ile birlikte bir kolaylığı getirebilecek biçimde şekillenir.
Bu nokta da insanın mağlubiyeti ise, üzerine düşeni yapmamak, ihmal ve olmaması gereken yerde bulunmak gibi yanlış yönelimlere bağlıdır.
Ayrıca yıkımın yapmaktan kolay olması, varlığı devam ettiren ve yaşamsal döngüyü oluşturan parçalardan birinin işlevini durdurması, küçük kıvılcımların büyük yangınlar meydana getirebilme özellikleri, sorumlulukların terk edilmesi gibi etkenler büyük ve ağır sonuçlar meydana getirebilir.
Bununla birlikte insanın kendine uzaklığı, bireysel gelişime yönelik yatırım eksikliği bulunuyorsa, öncelikli olarak anlama ve kavrama potansiyeli verimsiz hale gelir. Dolayısıyla yukarıda söz edilen negatif etkileşimlerin baskısı altına girmekten kaçınamaz. Ve bu durum bir silsile şeklinde onu daha fazla yoracak ezintilere sebep olur.
Örneğin, kendisine zarar verecek şeyler ile ilgili yapılan tekliflere hayır diyemeyecek kadar tepkisel zayıflıklar içine girer.
Bunun yanısıra, kendine hiçbir faydası olmayan, oyalayıcı, gerçek dünyadan soyutlayan, duygu ve düşünceleri üzerinde olumsuz izler bırakan şeylerle ilgilenmekten kendini alamaz.
Çünkü nitelikli bilgi ve ilkesel deneyimden oluşmamış bir irade, erdem gibi soylu bir gerekçeden esinlenemez.
Evet, insana meydan okuyucu bir dirayet sağlayan kuvvet, yaratılışında olan asalettir. İnsan bu asil değeri ile varlık onurunu zedeleyici şeyleri kabul etmez, onu basitleştirici davet ve zorlamalara boyun eğmez.
Eğer eksik olanlar giderilmez ve boşluklar doğru dolgu malzemeleri ile doldurulmaz ise,
Anlamsız çağrılara karşı duramama,
Faydasız ve yıpratıcı şeylerle alakadar olmaktan kendini alı koyamama,
Olaylar hakkında fayda ve zarar açısından değerlenme yapamama,
Prensip ve nitelik yoksunluğu,
Nerede ne yapacağını bilememe gibi tutukluluk halleri ortaya çıkacaktır.
Evet, insan kendini tanımaz veya tanımaya çalışmaz ise sadece tesadüflerle yaşar. Rastantısal bir hayat algısı olur. Ve kendine ait bir hikâyesi olmaz. Başkalarının sahip oldukları ile övünen ve onlara benzeme dileği ile kendini teselli eden yapmacık bir kişilik olarak ömür sürer.
Yine insan, becerileri, zayıf ve güçlü yönleri hakkında deneyimsel bir bilgiye erişmez, karakteri ile yüzleşmez ise doğal cesaretini yitirir. Hayatına temas eden ve etme ihtimali olan her şeyden çekinir. Pozisyonun değişmesinden korkar ve duygusal bir istifçiye döner. Yani bir tür paranoya içine girer.
Ve yine insan, akıl düzeneğinin sağlıklı işleyişini temin eden; anlayış, kavrayış, idrak, fikir, hafıza, muhakeme, yani tümüyle iz’an sahibi olamaz ise; bilgi dağarcığını geliştiremez, kontrol ve hâkimiyet iradesini yitirir, karar ve eylem süreçlerinin işlevselliğini durağanlaştırır. Böylelikle yönelimleri, harici etmenler tarafından belirlenmiş olan, direkt, endirekt ve subliminal güdüme ayak uydurmak zorunda kalır.
Ve buna bağlı olarak eğilimleri çok yönlü bir şeklide çarpık ve karmaşık etkileşime açık olur.
Bu bağlamda tüketici şahsiyet sınıfına dahil olan bir mizaç ,davranış olgunluğu ve analitik müdahale refleksleri edinemez.
Nihayetinde insan, bilmek ve anlamak için kendini zorlamaz, içindeki direnişi kıramaz, olumlu meyillerini harekete geçirmek için iradesini ikna edemez ise dimağı işlevsiz kalır. İşlevsiz bir dimağın üretim ve bağ kurum yapısı çöktüğünden yararlı hiçbir bilgi ve ilgiyi kendinde barındıramaz.
Oysa farkına varılmış bir bilgi yoksunluğu, bilmek şevkini veren ve öğrenmeye yönelik merak oluşturan bir isteklendirme mesajıdır. Bu mesajın doğru bir şekilde algılanmaması tüm arayış, buluş, anlayış, gelişime açılan kapıları kapalı tutar.
Evet, durağan formda bulunan bir insanda yaşam amacına yönelik bir olgu gelişmez. Yaşam gayesi olmayan bir insanın hedefi de olmaz. Ve bu durum ve konumda bulunan bir kişinin düşünsel aydınlığı, çevresel ilgililiği, sosyal iletişimi ve evrensel aidiyet duygusu bulunmaz.
Ve böyle bir insan, insan olmanın; hayatı sorgulayan ve kendinin ve tüm varoluşa ait hakikati arayan, sistemsel gerçekliğin bilinçsel izini süren ve düşünsel değerlilik derecesindeki seçkin varlık seviyesinden, yeme, içme, barınma ve üreme dürtüleri ile hareket eden basit canlı seviyesine iner.
Evet, insanın kendine karşı yükümlüklerini bilmeyerek veya önemsemeyerek yerine getirmemesinden çıkan bu sonuçla bitecek bir hayatı yaşamak, insanın yaratılış niteliğine ait onursal ve ruhsal değerler ile bağdaşamaz.
Bu nedenle insan, sahip olduğu aklını; teorik ve pratik öğrenme, ilgili olduğu her şeye karşı amaçsal ve işlevsel anlayış, nitelik ve nicelik bağlamında ayrıştırıcı bilgi edinimi, tercihsel yetkinlik kazanımı, zarar ve zararlılıktan çekilmenin iradi etkinliği, yaşama dair amaç ve hedef sahibi olmak ilkeselliği, üretim ve davranışsal nitelik kriterleri ile bezemelidir.
Bununla birlikte doğru tercihleri ile teşekkül edecek duygularını: bireysel hazlar, şahsi tatminler, ego merkezli plan ve eylemler ile yıpranmadan uzak tutarak, suni ve değersiz şeylerin içine yerleşmesine izin vermeden, her şeyin hakikatinde olan güzellik yönlerini müşahede ederek, iyi ve faydalı şeylerin mahiyetinde olan hoşnutluk verici çağrıya yönelerek, hislerinin yönetimini gerçekleştirecek kalbini ,hakikate dair bilgelik ve ilgililik beslemelidir.
Yine insani, yaratılış formunu korumak ve her şeyin özünü bulmak için çabalayan vicdanının sesini dinlemelidir.
Çünkü bu ses, zarar verici şeylere karşı direnç gösteren, yanlış yönelimlerden duyduğu rahatsızlığı hem insanın aklına hem de kalbine bildiren ve varoluş saygınlığına ait hakların gerçekliğinden haber vermektedir.
Ve insan, bütünsel varlığının örgüsünü canlı tutan ruhunu ve fiziksel ve içsel hayatını devam ettirdiği can sağlığını bilinçli bir şekilde ve özveri ile gözetmek zorundadır.
Çünkü insanı insan yapan değerlerin hayat kaynağı ve yaşanmışlıkların sorumlu hafızası bu habitattır.
Özetle;
İnsanın aklı bilmeye ve öğrenmeye kayıtsız kalmamalıdır.
Çünkü insanın tüm içsel ve bir anlamda fiziksel tutsaklığı bilgisizliği nedeniyledir.
Ve bu nedenle çelişkiler içinde kalır ve yine bu sebeple dış etkenler tarafından istemsizde olsa yönetilir.
Yine bu sebeple korkular, kuruntular tarafından kuşatılır. Yine bilgisizliği sebebi ile ortaya çıkan ümitsizlik, onu karanlıklar içinde bırakır.
Anlamak, farkına varmak, olayların içeriğini, hakikatin özünü kavrayabilmek , öğrenerek bilmeye bağlıdır.
Ve insan ancak bilgi yoluyla kendini tanıyabilir. Mizacını, karakterini, kabiliyetlerini ölçümleyebilir.
Yine ancak duygularını tanıdığı, hislerinin etki ve tepkisel yapısını bildiği kadarıyla kararlıdır.
Ve kendini bilgi ile sakınabilir, bilgi ile kazanabilir ve yine bilgi ile korunabilir.
Bireysel yeterliliği, insani ilişkilerindeki saygınlığı bilgi ile elde edilebilir. Erdemlilik, ciddiyet, tevazu yine bilgi ile insanda toplanan özelliklerdendir.
İkinci olarak: insan kalbini ona ait olmayan, yakışmayan, ıstırap içinde bırakan değersiz ve yapay şeylerin ağırlığı altında bırakmamalıdır.
Çünkü yapılan yaşamsal tercihlerin etkisi ile halden hale giren, kaotik tepkiler, durumsal bozukluklar olarak dışa vuran veya kendini kendi içine gömmek zorunda kalan duygular, istemedikleri ve benimsemedikleri dayatmalarla dejenere edilmemelidir.
Yanlış şeylerle ilgilenmiş, zarar verici şeylerle meşgul olup kendi değer hazinesi tüketmiş bir kalp, inancını yitirdiğinde derin bir sessizliğe bürünür. İnsanın duyusal ölümü bu sessizlikle başlar. Kalbin ölümü demek his dünyasının bilincini kaybetmesi demektir.
Üçüncü olarak: insanın bir anlamda içsel kontrol merkezi olan vicdan duygusu ancak hakikatin hakiki ışığına eriştiğinde gerçek aydınlığa çıkabilir. Bunun için sahip olduğu içsel şuurun araştırıcı niteliğinin kendine uygun bir yolda ilerleyişi temin edilmelidir.
Çünkü – çeşitli hırslar ve muhtelif düşkünlükler ile tahrip edilmemiş ise – yanılmayacak ölçülere sahip olan ve varoluşa ait yaratılış bilincini taşıyan vicdan olgusunun kendi doğasında olan hakikat arayışları; yaşam kalitesi olarak insan ömrünü düzenleyebilecek bir niteliktedir.
Evet, her şeyi yerli yerine koyabilecek bu duygusal ve sezisel bilince sahip değeri, canlı ve sağlıklı tutmak için sorgulamalarına ve ikazlarına önem vermeli ve yanlış cevap yüklemeleri yapılmamalıdır.
Dördüncü olarak: Bedeninizi ayakta tutan, düşünce ve his sistematiğine enerji temin eden ruh sağlığı, akıl, kalp, ve vicdan birlikteliğinden doğacak bilgelikle zenginleştirilmelidir.
Böylelikle sistemsel varoluş organizasyonunun tüm etmenleri bir biri ile etkileşim içine girecektir. Bir birini arayan ve entegrasyonu tesis edecek olan denge uçları bir birine eriştiğinde, ruhsal boyutun tümsel iletişimini netice verecektir.
Her şeyin olması gerektiği noktada olmasını sağlayan bu senkronizasyonun işlevsel etkinliği için, İnsanın kendini bütünsel gerçekliği ile tanıması, doğasında var olan donanıma ait yapısal bilgiye ve duyusal yaşam şubelerinin bağlı olduğu hissel ağlarının işleyişine ait bilinçli farkındalık sahibi olması gerekmektedir.
Örneğin:
Duygularının varlık sebebi, özellikleri ve işlevsel niteliğinin nedenselliği,
Sahip olunan fikirsel ve hissel donanımın içsel ve dışsal anlamda yerleşim özelliği ve fonksiyonelliği,
Ruhsal düzende aksiyon almış etkileşime açık ve aktif olan sistemsel örgünün varoluş yasalarında örtüşen ilkesel karşılık değerleri gibi bilgilerin edinimi, insanı yaratılışında olan mükemmellik seviyesine çıkarır.
Bununla birlikte, söz konusu duyusal ve düşünsel olguların gelişimi, yaşamsal bütünlükte var olan kontrol dışı yapısal faaliyetler ve hayat şartları gereği gelişen planlı ve plansız durumlarda konum almasına yönelik olarak; karşılama, kabullenme, ret, değerlendirme, analiz, somut ve faydalı forma dönüştürme, ölçümleme, çekinme, çözüm, tahammül, sabır, girişim, üretme, deneyim, aktarım, tekâmül gibi çok yönlü stratejik reaksiyon kabiliyetini ortaya çıkartır.
Bu kompleks yapının çıktı karşılığı tekâmül, yani insani erdemlilik bağlamında kazanılmış olgunluktur.
Evet,
Yaratılış kütüphanesinin en değerli kitabı insanın kendisidir.
Bu nedenle insan varoluşa ait her neyi bilmek, anlamak istiyorsa kendi kitabında yazılan satırları okumalı ve hakikati kavramak bilincine erişmek istiyorsa önce kendini tanımalıdır…
Murat Safitürk