Yaşamın anlamı ile ilgili insanlık tarihinin hayli fazla birikimi vardır. Her milletin kendi kültürüne ve alışkanlıklarına göre tanımlanmış bir şekli vardır.
Bu tanımlamalar genel olarak ;
Felsefi,
Geleneksel,
Dini literatür bağlamında sınıflanmıştır.
Her ne kadar özgünlük, farklılıklar, güncel edinimler gibi kavramlar ile anlatılar yenilenip, yinelense de temel asla değişmez.
Sorgulayan insanın spesifik görüşü aslında selefin halefe devrinden ibarettir. Ve olumlu veya olumsuz etki altında kişinin kabiliyet rengine göre oluşur. Yani ilgi ve alaka türüne göre bir önceki durumdan hazır duruma uyarlanmış felsefi bir aktarım şeklidir.
Geleneksel geçişler deneyimlerden oluşur. Sosyal tecrübe işlevsel formlarını yaşamsal edinimlerin havuzuna döker ve oradan hayat alanına sürer. Anlık ve pratiklik bağlamında verimlidir.
Yukarıda söz edilen iki alanda iki sınıf anlayışa göre arz oluşturur. Bu iki sınıfın kendi aralarında boyut farkı vardır. Birinde olan doygunluk ve aristokratik yaklaşım belirli bir zümrenin içselleştirdiği kapalı bir sistemdir.
Sosyal tecrübenin birikimleri bu sınıfa göre avam, yani alt tabaka için tanımlanmış yaşama şartlarından ibarettir.
Söz konusu bu iki sınıf arasında fayda planında ve genel anlamda sürdürülebilir bir ilişki ve paylaşımdan söz etmek mümkün değildir.
Dolayısı ile aşağıdan üst tabakaya çıkmak olası olmadığından, yukarıdan aşağıya da bir tenezzül oluşmaz. İki tabaka arasında ki dengeyi ancak iki sınıfta da kabul edilmiş olması koşulu ile din oluşturur.
Din öğretisinde olan erdemler ve alçak gönüllülük, yardımlaşma ve paylaşım gibi yapılan Tanrı buyruğu önermeler dindar tabakalar arasında bir etkileşim ve iletişim oluşturabilir.
Ancak dinlerin güncel algısı ve dini kurum ve otoritelerin toplum üzerinde meydana getirdiği gerekçelendirmeler genel itibariyle doğrudan bir kabulü mümkün kılmamaktadır.
Bir anlamda gerçek yalnız kaldığından ve sahiplenilme zorluğu ile karşı karşıya getirildiğinden, hurafe ve hikâye olarak hükme bağlanan bir idrakle terk edilmektedir.
Böylelikle hayat nedir sorusu, gerek popülarite, gerek sınıfsal açmazlar, gerek yaşamsal konfor alışkanlıkları, gerek mistik oligarşi, gerek bağnazlık olgusu , gerekse alan otoritesinin baskısından doğan kargaşanın altında niteliğini yitirmiştir.
Adeta, bireyden kitleye, fertten sınıflara kadar çeşitli ego teşekkülleri, bencilikten türetilen değerler ile yeni bir künt millet toplulukları meydana getirmiştir.
Bu topluluklar var olan duruma çabuk alışan, kavarama yetisi körelmiş, söylemlerle yönetile bilinen sosyal yapılardır. Söz konusu yapılar, Tepkisiz, ürkek, korkuya yenik, kendi varlığının dışında bir dünya algısına sahip olmayan türlerden oluşur.
Bugün dünyanın çoklu insan coğrafyası bu türlerle şekillenmiştir.
Güç sahibi olanlar insani değerlerden yoksun bir şekilde tüm varlık kaynaklarını tüketirken, zayıf olanlar kendilerine erişmemesini düşlediği zararlardan koruna bilmek için pasiflik çukuruna gizlenmişlerdir.
Dolayısıyla ne felsefi ne geleneksel ne de kendi niteliğini yalın gerçekliği ile anlatamayan ve iddiasını ispatlayamayan bir din olgusu, İnsanın hayat ve kendi yaşamı ile ilgili neden ve niçin sorularının hakiki ve tatmin edici cevabını veremez.
Çünkü bir anlamda düşünce ve fikri üretimler inovatif felsefe olduğundan kuşak değişimlerinin ilgisin çekecek güncelliğe sahip değildir.
Bununla birlikte geleneksel birikimler zamanın getirdiği yeni ihtiyaç türlerini karşılayacak yeni nesil uygulama rezervlerinden yoksundur.
Ve dinlerin otorite, totalitarizm diktası altında amaç ve hedefi baskılanmış hakikati, inançla vaat edilen ruhsal özgürlüğü temin edemez.
Dünyada hâkim olan tek Tanrılı dinlerin bir biri ile çatıştırılmasına ve bağlılarının ötekilerin yok edilişini arzulayan iştahlı istençlerine bakıldığında konunun anlaşılmadığı tüm gerçekliği ile ortaya çıkacaktır.
Her dinin tanımladığı değerlerin yaklaşık normlarda aynı olmasının, uygulamada özel kalması ve diğerlerinin reddine sebep olacak kadar nicelik barındırması enteresan değil midir?
İyiliği yaymak için iyiliği öldürmek,
Çevreyi korumak için başkasına ait bir çevreyi yok etmek,
Paylaşmayı ve yardımlaşmayı savunurken, başkasının yaşam şartlarını ortadan kaldırmak,
Cennete gitmek için gerekli olan güzellikleri, başkasının hayatını cehenneme çevirererek elde edileceğini düşünebilmek konunun doğru anlaşılmadığı gösterdiği gibi, genel olarak her din diğer bir dinin inkârcısı olmaktan kurtulamamaktadır.
Bu nedenle dinler açısından, zaman, dönem, tarihsel koşullar, çağlar ve çığırlar, Antropolojik gelişim, medeni, sosyal ve endüstriyel oluşumlar, içerikler, önermeler, buyruklar, kazanımlar, nitelikler, teklif, davet ve denklik gibi bir çok esastan objektif ve realist ölçülerle, herhangi bir mazi ve kurgu etkisi altında kalmadan yeniden ele alacak global bir konsorsiyum gerektiği açıkça görülmektedir.
Evet, anlaşılıyor ki yukarıda söz edilen alanlarda çok yönlü değişimim küresel gerekliliği, yapıcı süreç yatırım iradesini ve rasyonel girişimciliği zorunlu kılmaktadır.
Murat Safitürk